
Bugün 14 Kasım Dünya Diyabet Günü. Ben ise tam dört yıldır tip 1 diyabeti hayatının merkezinde taşıyan bir evladın annesiyim. Bu süreç önce bir şokla başladı; ardından neden arayışları, sonra kabulleniş ve öğrenme dönemleriyle sessizce hayatımıza yerleşti. Hekim olan eşim, kendi uzmanlık alanının dışına taşarak bir endokrinoloji hekimi titizliğiyle oğlumuzun değerlerini takip ediyor. Gün boyu iniş çıkışlarla seyreden kritik şeker dalgalanmaları, geceleri de bizi tetikte tutuyor.
Bu satırlara kendi hikâyemizi otobiyografik olarak düşürmemin nedeni; tip 1 diyabeti bir kenara bırakın, geniş anlamıyla diyabete dair bile toplumda hâlâ ciddi bir bilgi boşluğu bulunması. Oysa hem dünyada hem Türkiye’de diyabetin görülme sıklığı her yıl artıyor. Bugün ülkemizde yaklaşık her altı kişiden biri diyabetli; yani bu hastalık artık uzak bir ihtimal değil, neredeyse her hanenin gerçeği.
Yaşam koşullarımızda yapacağımız ufak ama kararlı dokunuşlarla hastalıkla “denge içinde yaşamak” mümkün: Şekerli ve unlu gıdaları azaltmak, margarin gibi ne olduğu meçhul yağları mutfaktan uzaklaştırmak, hafif tempolu yürüyüşleri hareketsiz hayatlara dahil etmek… Basit görünen ama istikrarlı adımlar bunlar.
Toplumsal farkındalık çağrısı yaparken özellikle altını çizmek istediğim bir başka konu ise yetişkin tip 1 diyabetliler için sürekli glikoz ölçüm sensörlerinin ödeme kapsamına alınması gerekliliği. Çünkü tip 1 diyabet bilinenin aksine 18 yaşına gelince kapanan bir defter değil. Çocuklukta başlayıp yetişkinlikte de aynı ciddiyetle devam eden bir hastalık.
Ve elbette diyabet yalnız değil: SMA, MS, çölyak ve daha pek çok bağışıklık sistemi rahatsızlığını sadece duymak yetmiyor; onları anlayarak, toplumun ortak sorumluluğu bilinciyle yaşamak gerekiyor.
Bugün bir farkındalık günü… Ama asıl sınav, yarın ve her gün devam ediyor.


